GERÇEK HAYAT DERGİSİ – SAYI: 541 – GÜLCAN TEZCAN
28 Şubat dönemini içeriden biri olarak yaşadınız ve YAŞ kararıyla ordudan uzaklaştırıldınız. Bir askeri hakim olarak böyle bir hukuksuzluğa maruz kalmak sizi nasıl etkiledi?

28 Şubat sürecini hem asker hem de yargıç kimliğim ile içeriden birisi olarak yaşadım. 28 Şubat’ın asker ve yargıç mağduru durumundayım. Sözde, en üst ve bağlayıcı norm olan anayasal güvenceye sahip bir meslek mensubuyum. Ama, 28 Şubat’ta yalnızca anayasa ve kanunlar değil, vicdan ve insanlık da ayaklar altına alındı. Eğer bir asker ve yargıç olarak ben hakkımı arayamamış isem, bu ülkede geri kalan insanların mağduriyetini siz düşünün artık. Önce ordu içinde cadı avı yapıldı. Sonra bütün devlet kurumlarında, hatta bütün toplumda cadı avı başlatıldı. 28 Şubat toplu bir afet idi. Böyle hukuksuzluğun diz boyu olduğu bir ortamda bir yandan sonuç alamayacağımızı bile bile hukuk mücadelesi vermeye çalıştık. Öte yandan da gündelik hayatımızı sürdürebilmek için hayat mücadelesi verdik. Almış olduğumuz darbenin artçı şokları hiçbir zaman kesilmedi. Halen de zaman zaman devam ediyor. Bir insanın statüsünü etkileyen bir suçu olur. Bu hukuken tespit edilir. Bu tespite dayalı bir statü oluşur. Sonra da kişi bu statünün hukuki sonuçlarına katlanır. Ben ve benim gibi iki bine yakın YAŞ mağduru, adeta bir suç işlemiş de hakkında kesinleşmiş yargı kararı varmışçasına bir statüye sahip bulunuyor bugün. Bu statünün hukuki sonuçlarına katlanıyor. Örneğin, ben birinci sınıf hakim statüsünde ayrıldığım halde, bu statüm emeklilik haklarıma yansıtılmıyor. Bu en basiti…Adeta üvey vatandaş konumundayız…
28 Şubat döneminde yapılan uygulamalara bakarak hukukun ve yargının da askeri diktanın emrine verildiğini söyleyebilir miyiz?
Askeriye tarafından yargıya brifing verildi malum. Bu yargının bilgilendirilmesinden çok, bir durum ve vazife tebliği idi. Nitekim, brifing sonrası mesajı alanlar harekete geçtiler ve bir yargı harekatı başladı. Daha sonraki süreçte verilen tartışmalı kararlar, vesayetçi statükoyu korumaya dönük olduğu her halinden belli oluyor. Özellikle yüksek yargının bu tartışmalı kararlarını incelediğimizde, yapılanın bir hukuka uygunluk denetimi değil, resmi ideolojiye uygunluk denetimi olduğu açıkça görülüyor. Böyle bir yargı zihniyeti adaletin gücünü değil, gücün adaletini temsil eder.
14 yıl sonra 28 Şubat’ta haksızlık yapıldığına dair kimi siyasetçiler askere yeterince direnemedikleri noktasında itiraflarda bulunuyorlar. Siz o dönem askerin siyasete bu kadar hakim oluşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dönemin siyasetçileri imtihanı kaybetmişlerdir. Sorunu bir siyasi iktidarın düşürülmesinden ibaret olarak algılayabilmişlerdir. Oysa, sorun bütün siyasi partileri, dolayısıyla da bütün parti liderlerini ilgilendiren bir sorun idi. Ortak bir sorun idi. Eğer bu algı çerçevesinde bir duruş sergilenseydi asker de siyasete bu kadar müdahil olamazdı. Ancak bazı olaylar neticesi itibariyle güzel olabiliyor. O dönemde çok maskeler düştü. Millet çok siyasetçinin de, kurumun da gerçek yüzünü gördü. Bu bilinç ile millet bir duruş geliştirdi. Kime nasıl tavır koyacağını anladı. Asıl olan da milletin, milli iradenin bu duruşudur. Çünkü, bu duruş kararlı olduğu sürece, geri kalanlar bu iradeye göre hizaya geçmek zorundadırlar ve nitekim öyle de oluyor.
Askeri vesayetin ‘irtica’ tehdidiyle bütün ülkeyi adeta tecrit etmesine engel olunabilir miydi? O dönem irtica tehdidinin Susurluk’un üstünün örtülmesi amacıyla kullanıldığını söyleyebilir miyiz?
Askeri vesayet hem kurumsal, hem mevzuat ve hem de ideolojik kadrolaşma itibariyle yılların yapılanması ile zaten ülkemizi kuşatmış bulunuyordu. Sadece zaman zaman gelişen iç ve dış gelişmelere göre sistem uyarlanıyordu. Bu uyarlamada iki durumdan vazife çıkarılıyordu: Terör ve irtica… Yani duruma göre, “durum terör, vazife darbe” ya da “durum irtica, vazife darbe” formülü uygulanıyordu. 12 Eylül’de aslında vesayet sistemi İran devrimi nedeniyle irticaya karşı yeniden yapılandırılmak üzere gerçekleştirilmişti. Ancak terör gerekçesi ile darbe yapılmıştı. Ancak 28 Şubat’ta RP’nin birinci parti olması sonucu doğrudan irtica formülü uygulandı. Böylesine kuşatıcı boyutlar kazanmış bir vesayetçi zihniyetin önlenmesi sanırım biraz zor bulunuyordu. Ancak, 28 Şubat’ı sadece Susurluk olayını kapatmaya yönelik bir operasyon olarak nitelendirmek de doğru olmaz.
Orduda neden ‘sakıncalı’ kategorisindeydiniz?
28 Şubat’ın iç tehdit algısına karşıydım. İç güvenlik kültürünü benimsemiyordum. Kişisel ve ailevi yaşam tarzım 28 Şubat’ın ideolojik şablonuna uymuyordu. O dönemde vatandaş türleri belirleniyordu. Bu tasnifte, ben de irtica kategorisinde bir vatandaş türü olarak belirlenmiştim. Eğer aynı zamanda ordu mensubu iseniz, irticanın orduya sızmış bir uzantısı durumunda oluyorsunuz. Dolayısıyla sakıncalı vatandaş, sakıncalı subay…
Ordudaki bu statükocu bakışın kaynağı askeri okullarda verilen eğitim ve şartlandırmalar olabilir mi?
Ülkemizde eğitim kurumları siyasi ve ideolojik bir eğitim felsefesine göre dizayn edilmiştir. Müfredat, belli bir ideolojik algıyı yaygınlaştırmaya dönüktür. Eğitim adeta bir toplu ideolojik şartlandırma ve hipnoz işlevine sahiptir. Bu anlamda en katı uygulamanın da askeri okullarda gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Kazandırılan ideolojik zihniyet dış dünyayı tek pencereden algılayan ve yorumlayan bir prototip üretiyor. Bu algıya uymayan her şey düşman ve tehdit ilan ediliyor. İç güvenlik kültürü bu algıya göre biçimleniyor. Toplumun inanç ve değerlerini tehdit olarak algılayan bir zihniyet, toplumun bu kimlik unsurlarındaki yükselmeleri büyük bir tehlike olarak görüp harekete geçebiliyor. Durumdan vazife çıkarıyor.
Darbeci zihniyet nereden besleniyor size göre? Ordunun içindeki darbeci kanadın özellikle 28 Şubat sürecinde bu kadar baskın hale gelmesinin sebebi neydi?
Darbeci zihniyet, eğitimli kuşakların topluma yabancılaşmasından kaynaklanıyor. 1900’lü yılların pozitivist ve materyalist öğretilerine göre zihniyeti biçimlendirilmiş ve İslam hakkında yanlış bir tasavvura saplanmış kişiler, toplumun süreç içindeki kendi değerleri eksenindeki değişimlerini geriye dönüş olarak algılıyor. Bunu önlemenin millete, vatana hizmet olacağını zannediyor. Bu sebeple, darbeci zihniyetin, kökleri eskilere dayanan bu gibi zihni sapmalardan beslendiğini söyleyebiliriz. Ordu içinde darbeci yapının 28 Şubat’ta ve daha öncesinde her defasında öne çıkarak baskın hale gelmesini, özellikle tek parti döneminden itibaren adım adım inşa edilen vesayet sistemine bağlayabiliriz. Ülkemizde, bütün kurumlar üzerinde bir vesayetçi üst yapı oluşturulmuştur. Bu üst yapı, vesayet sisteminin sürdürülebilirliği açısından her türlü önlemleri almakta, bunu sağlayacak ideolojik kadroları kritik kumanda merkezlerine hassasiyetle yerleştirmektedir. Mesela, 60 darbesinde Milli Birlik Komitesi tarafından bir kanun çıkarılarak Danıştay lağvedilmiş ve içindeki bir takım kişiler emekliye sevk edilirken, bir kısmı yeniden göreve alınmış, noksan kadrolar da yeniden atanmıştır. Böylece Danıştay yeniden yapılandırılmıştır. Bu yapı sürekli kendisini yenileyerek devam ettirmektedir. Diğer kurumları da buna kıyaslayabilirsiniz.
Türkiye’deki darbelerin Batı ve Amerika kaynaklı olduğuna dair sizin kitabınızda da dikkat çekici değerlendirmeler var. Türkiye neden ABD’nin içişlerine bu kadar müdahil olmasına karşı çıkacak bir gücü bulamıyor kendinde?
Sorun küresel sistem ile bu sistemin uzantısı olan yerel sistem ilişkisinde yatıyor. Kendi toplumundan, toplumunun kimlik değerlerinden meşruiyet almayan, hatta toplum ve değerleri ile çatışan bir yerel sistem, kendisini ancak işbirliği ile koruyabilir. ABD ülkemize müdahale gücünü, toplumu ve değerleri ile barışık olmayan sistem muhafızlarının bu zaafından almaktadır.
Türkiye’de artık darbe olamayacağını söyleyenler bunu demokratikleşmeyle değil, ABD’nin artık Türkiye’de istikrar istemesine bağlıyorlar. Sizce gerçekten böyle mi yoksa vesayet rejiminde bir kırılma mı yaşanıyor?
Özellikle yargıya intikal eden Ergenekoncu yapılanmalara bu söylem ile meşruiyet kazandırılmaya çalışılıyor. Özürleri kabahatlerinden büyük. Demek ki daha önce ABD müsaade ediyor, yönlendiriyor, hadi diyor, bunlar da darbe yapabiliyorlardı. Şimdi ise müsaade etmedi, yapamadılar…Yani yine ABD’nin kontrolündeler. Ancak şunu unutuyorlar; geçmişte darbeler dış kaynaklı idi. Bunu yaptıranlar yerel sistemi kendi politikalarının uzantısı olma işlevine darbecileri kullanarak uyarlıyorlardı. Ancak, 28 Şubat’ta toplumu ve toplumun temel değerlerini açıkça hedef alan darbe, darbeci zihniyetin maskesini düşürmüştür. Bu toplumsal bilinç darbecilik için bir kırılma noktası oluşturuyor. Bu sebeple sonraki dönemlerde darbeciler başarısız olmuşlardır. ABD gibi dış destek de bulamayınca, başarısızlıklarını buna bağlıyorlar. Hatta bununla da yetinmeyip, madem ki bizi desteklemediler, o halde karşı tarafı destekliyorlar diyorlar. Yargı sürecinde olup biten bütün olayların, darbeci girişimlere dair belgelerin, deşifre olan ses kayıtlarının arkasında ABD var diyorlar. Kafaları karıştırıyorlar. Bilinçsiz kitleler üzerinde başarılı da oluyorlar.
Bugün İslam coğrafyasında yaşanan olaylar yeşil kuşak üzerinde yeni bir operasyonun habercisi mi?
Küresel sistem, güç odaklı olarak yapılanmış durumda. 1890 küreselleşmesi ulus devleti yaygınlaştırarak İslam Coğrafyasını parçaladı. Parçalanmış bu coğrafya Sovyetler ve ABD’nin birbirleri hakkındaki korku hikayeleri ile kontrol altında tutuldu. Sovyetlerin çöküşü ile de tek kutuplu dünyada küresel sistem kendini meşrulaştıracak bir küresel tehdit tanımladı. Bu tehdit yeşil rengin sembolize ettiği İslam olarak belirlenmişti. Küreselde İslam, yerelde ise irtica olarak bir tehdit tanımlaması yapılıyor. İslam coğrafyasındaki gelişmeler, uyanan İslam dayanışması küresel sistemin bu coğrafyada kendini yeniden uyarlamasını şart kılıyor. Küresel güçler, yerel mekanizmaları sonuna kadar kullanıyorlar. Ancak sonuç alamayacaklarını gördüklerinde, “İslam coğrafyasında değişimi önlemek mümkün değil, hiç olmazsa bu değişime çıkarlarımızla bağdaşır bir nitelik kazandıralım” stratejisi izliyorlar. Gelecekteki büyük değişimi öngörüp, şimdiden İslam coğrafyasının en stratejik toprakları üzerinde yerleşiyorlar. Irak, Afganistan, Sudan bu açıdan son derece stratejik bölgeler.
Ergenekon soruşturması kapsamında orduda yönetim kademesindeki generallerin yüzde onu şu an Silivri cezaevinde. Siz bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? O isimler içinde 28 Şubat’ta dahli olan isimler var mı?
Darbe girişimleri, aynı zihniyetin her defasında farklı bir makyajla karşımıza çıkmasından başka bir şey değildir. Batı Çalışma Gurubu, Cumhuriyetçi Çalışma Gurubu, Ergenekon yapılanmaları, andıçlar v.s. aynı zihniyetin ürünleri. Ortada ceza yasasında suç olarak tanımlanmış ve cezası öngörülmüş fiilleri işlediği iddia edilen insanlar var. Elbette böyle fiiller olup olmadığı ve var ise hangi ceza maddesini ihlal ettiğine yargı karar verecektir. Bu kişiler 28 Şubat döneminde henüz üst kademelerde değillerdi. Sadece Çetin Doğan, Batı Çalışma Gurubunu kendisinin kurduğunu kendisi ifade etti. Ancak, garip bir şekilde 28 Şubat döneminde baş rollerde bulunanlar hakkında hiçbir işlem yapılmıyor.
Bugünkü hukuk sistemine göre 28 Şubat darbecilerini yargılamak mümkün mü? Hakim olarak siz darbecileri yargılayacak olsanız hangi maddeler yargılar ve haklarında nasıl bir hüküm verirdiniz?
Elbette mümkün. Çünkü, darbecilik aslında 1960 yılında da, 71 de de, 80 de de ve 28 Şubatta da kanunen suçtur. Ceza Yasasına göre darbeyi başararak hükümeti devirme, parlamentoyu feshetme, suçun tüm unsurları ile gerçekleşmesi anlamına geliyor. Ergenekon davasında bu suça teşebbüs söz konusu. Yani, darbe için bir takım icrai hareketler yapılmış, tamamlanamamış ya da tamamlanmış ancak netice gerçekleşmemiş deniliyor. Suçlama hükümeti devirmeye teşebbüs… Oysa, 28 Şubatta suç teşebbüs aşamasında kalmamış, netice gerçekleşmiş. Hükümet silah zoru ile istifa ettirilmiş. Şimdi burada yasa maddesi ile ilgili ayrıntısını belirtmeyeceğim. Ama 28 Şubat darbecileri mutlaka yargılanmalıdırlar.